İnsanlık tarihi Habil ile Kabil’den bu yana sayısız katliamlara, savaşlara, öldürücü hastalıklara, deprem ve sel felaketlerine ve daha bunlar gibi yüzlerce musibet ve felaketlere sahne olmuştur. İnsan kendisine bahşedilen mantık ve muhakemeyle canını yakan bu meselelerin iç yüzünü öğrenmek, bu olayların hikmetini iç dünyasında anlamlandırmak istemektedir.
Masumlara gelen musibetlerin birçok hikmetleri vardır. İnsanların bir kısmı bu hikmetleri genellikle göremedikleri için, bunların kötü ve çirkin olduğunu düşünmektedir. Allah, kötülükleri ve felaketleri önleyebilmesine rağmen mazlumların özellikle masumların acı çekmelerine neden müsaade ediyor? Diye şikâyet ve isyan edebilmektedir. Bu şikâyetler insanların hadiselerin iç yüzündeki hikmetleri, faydaları ve güzellikleri görememesinden kaynaklanmaktadır.
Allah’ın kâinattaki icraatlarına baktığımızda her şeyin belli bir ölçü, nizam, gaye ve hikmet çerçevesinde meydana geldiğini görmekteyiz. Bir hadisenin hikmetini bilmememiz o hadisenin hikmetsiz olduğu anlamına gelmez. Her şey bizim ilmimize bağlı değildir. Masumlara gelen musibetlerin de hikmetini bilmemek onların hikmetsiz olduğunu göstermez.
Dünyada sıkıntı çekilmeyeceğine dair bir kaide olmadığı gibi, Allah’ın da böyle bir vaadi yoktur. Tam tersine dünya sıkıntı, bela ve musibetlerin olduğu bir imtihan yeridir. İnsan daha anne karnında başlayıp, bebeklik ve çocukluk döneminden vefat edinceye kadar maddi ve manevi birçok zorluklarla mücadele etmektedir. Çünkü dünya ücret, mükâfat ve lezzet yeri değildir. Zira Kur’an’da dünya hayatında insanın pek çok sıkıntılarla karşılaşacağı anlatılmaktadır. Mesela ayet-i Kerimede mealen; “Biz insanı bir sıkıntı ve zorluk içinde (olacak ve bunlara göğüs gerecek şekilde) yarattık.”[1] buyurulmaktadır.
Başka bir ayette de; “(Ey mü'minler!) Yoksa sizden önce gelip geçenlerin hâli (sizin de) başınıza gelmeksizin (kolayca) Cennete gireceğinizi mi sandınız? Onlara öyle fakirlikler ve hastalıklar dokundu ve öyle (belâlarla) sarsıldılar ki, hattâ peygamber ve berâberindeki îmân edenler: “Allah'ın yardımı ne zaman!” diyecek (hâle gelmiş)lerdi! Dikkat edin, şübhe yok ki Allah'ın yardımı yakındır.”[2]
Unutulmamalıdır ki; dünyada çekilen her türlü bela, sıkıntı ve musibet ne kssssadar ağır ve zor olursa olsun daimi değildir, geçici ve fanidir. Dünyada çekilen bela, musibet ve sıkıntılar cehennem azabıyla mukayese edildiğinde hiç hükmündedir. Çünkü cehennem azabı çok şiddetli ve daimidir. Cehennemin bir gününün şiddetli azabı dünya hayatındaki yüz senelik bir sıkıntıdan daha şiddetlidir. Üstelik Allah, dünyada geçici olan bela ve musibetlere sabretmek şartıyla ebedi sonsuz bir cenneti vaad etmektedir.
İnsana Verilen Üç Temel Kuvvetin Musibetlerle İlişkisi
Cenab-ı Hak İnsanın hayatını devam ettirebilmesi için üç temel özellik vermiştir. Bunlar kuvve-i gadabiyye (öfke, gazap), kuvve-i akliye (akıl), ve kuvve-i şeheviye (istek ve arzu) kabiliyetleridir. Kötülük, şer diyebileceğimiz hadiseler bu üç temel kuvvenin suiistimalinden kaynaklanmaktadır. Bunlara herhangi bir sınır konmamıştır. İnsan kendi hür iradesiyle bu kabiliyetleri hem hayrın hem de şerrin en uç noktalarına kadar kullanabilmektedir.
Mesela öfke duygusu, hayatımızı tehdit eden zararlı şeyleri def etmek, din, vatan ve namusu vb. müdafaa edebilmek için verilmiştir. Allah bizlere öfke kabiliyetini vermeseydi insanlar başlarına gelen zararları ve belaları defedemez, kendilerini ve sevdiklerini tehlikelerden koruyamazdı. Bu duygunun insana verilmesinin bunlar gibi yüzlerce faydası ve hikmeti sayılabilir. İnsana sayısız hikmetli gayeler için verilen bu duygunun kötüye kullanılmasından dolayı yeryüzünde zulümler olabilmektedir.
Mesela, bıçağın üretilmesi insan hayatına pek çok kolaylıklar sağlamıştır. Bir kimse yemeklerin hazırlanması, meyvelerin soyulması veya ekmeklerin doğranması ve benzeri faydalar için üretilen bıçakla cinayet işleyebilir. İşlenen bu cinayetten sorumlu tutulması gereken kişi bıçağı üreten usta mıdır? Yoksa bıçağı kötüye kullanan kişi midir? Elbette bıçakla işlenen bir cinayetin sorumlusu bıçağı üreten usta değil; bıçağı kötüye kullanan kişidir.
Yine mesela, kendisine hediye edilen bir arabayı kurallara uygun olarak kullanmayıp hız sınırlarını aşarak kaza yapan birisi, bu kazanın sorumlusu olarak arabayı kendisine hediye eden kişiyi suçlaması, “sen bu arabayı hediye etmeseydin ben bu kazayı yapmazdım” demesi doğru bir tutum değildir. Araba hediye edilen kişinin, iradesini yanlış yönde kullanıp o hediyeyi kendi hakkında zarar veren bir şeye dönüştürmesinden hediyeyi veren kişi sorumlu tutulamaz.
Tedavi maksatlı üretilen ilaçları birileri yanlış kullanarak kendisine veya başkasına zarar verse, “bu ilaçların üretilmesi şer oldu, keşke üretilmeseydi” denilmez. İlacı üreten fabrikayı eleştirmek, suçlamak ve kapatılmasını istemek doğru değildir.
Bıçak, araba ve ilaç örneklerinden anlaşıldığı üzere ; faydalı hikmetler için verilen bir nimeti ,bir kimse iradesiyle yanlışa kullansa ,sorumlu tutulması gereken onları üreten değil, hür iradesiyle o faydalı nimetleri kendi aleyhine zarara çeviren kişi sorumludur
Aynen öyle de Cenab-ı Hakk’ın hayatın devamı ve muhafazası için yüzlerce fayda ve hikmeti bulunan öfke duygusunu vermesi insanın faydası içindir. Bu hissin birileri tarafından su-i istimal edilmesinden dolayı Allah’ın rahmetini suçlamak yanlış bir tutumdur. Bu duygunun insana verilmesi şerre kullanması için değildir. Asıl şer ve kötülük bu duygunun yanlış kullanılma ihtimalinden dolayı insana verilmemesidir. Çünkü bu duygu verilmediği takdirde insanlar kendilerine zarar verebilecek şeylerden kendilerini koruyamayacaktır. Birkaç masumun zarar görmemesi için bütün hayat sahipleri zarar görecektir.
1) Hayatımızı devam ettirmemiz için bize verilen önemli bir duygu da kuvve-i şeheviye denilen arzu ve istek kabiliyetidir. Cenab-ı Hak bu duyguyu yeme, içme, konuşma, uyuma ve neslin devamını sağlamak gibi onlarca faydalı hikmetler için vermiştir.
Bu duyguyu su-i istimal edip; zina, içki, kumar ve tecavüz gibi gayr-ı meşru yollarda kullanmak Allah’ın değil, insanın kendi suçudur. Mesela, bu duygunun gereği olarak bir kimse evlenip, mutlu bir yuva kurup, çoluk-çocuk sahibi olarak helal dairesinde bu hissini tatmin edebilir. Kişinin helal yolları terk edip gayr-ı meşru fiilleri işlemesi kendi suçudur.
İnsandaki para kazanmak ve geçimini temin etmek arzusu bu kuvvenin bir gereğidir. Allah Bu duyguyu kişinin helal yoldan geçimini temin etmesi için vermiştir. Fakat kişinin sırf para kazanmak için haram yollara sapması bu duyguyu kötüye kullanması kendi suçudur.
2) Hayatımızın devamı için bizlere verilen üçüncü ve en önemli kuvve kuvve-i akliyedir.
Akıl; ilim ve fenleri idrak etmeye, hakkı batıldan ayırmaya, Allah’ı tanımaya ve Allah’ın kâinattaki isim ve sıfatlarını anlamaya yarayan ve insanı diğer varlıklardan üstün kılan bir duygudur. Aklın diğer iki duyguyu da iyiye veya kötüye yönlendirebilen bir özelliği vardır.
Pek çok faydası olan ve hikmet için verilen aklı, birileri suistimal edip, doğruyu yanlış, yanlışı doğru göstererek insanları aldatsa; insanları dolandırarak ellerindeki mallarını alıp mağdur etse burada sorumlu tutulacak kişi su-i istimali yapan şahıstır.
Madem meydana gelen şerler, kötülükler, zulümler, öfke, iştiha ve akıl duygularının su-i istimal edilip kötüye kullanılmasından kaynaklanmaktadır. Allah insanlara bu duyguların kötüye kullanılacak yönlerini vermeseydi ve dolayısıyla şerler meydana gelmeseydi daha iyi olmaz mıydı?
Allah İnsanlara verdiği bu üç duyguyu sadece faydalı yönleriyle yaratabilirdi. Yani zararlı yönlerini engelleyebilirdi. Fakat Allah, kişinin kendi iradesiyle hayra meylederek şerden ve kötülükten çekinmesini ve uzaklaşmasını istemiştir. Allah insanın bu günahları zorla değil, sırf Allah rızası için kendi hür iradesiyle terk etmesini istiyor. İşte insan şerri, kötülüğü, günahları işleyebilecekken hiçbir baskı altında kalmayarak sırf Allah’ın rızası için bunları terk etmesi büyük bir şeref ve kıymettir.
ÖZGÜR İRADEYE MÜDAHALE?
İnsanlar bir taraftan özgürce hareket etmeyi isterken, diğer taraftan başkalarının özgür iradeleriyle işledikleri bir kısım çirkin fiilleri görünce ‘Allah bunlara niye müsaade ediyor’ diye itiraz ederler. Hâlbuki bu dünyanın gayesi insanın özgür iradesiyle imtihan edilmesidir. İmtihan gereği olarak Allah insanı, hayrı veya şerri tercih etmekte serbest bırakmıştır. İnsanı bitki, hayvan veya meleklerden ayıran en temel farklardan biri de budur.
Bu hür iradenin neticesi olarak insan iyilik ve kötülükleri, hayrı ve şerri, sevap ve günahı tercih edebilmektedir. Eğer kul günaha her meylettiğinde ilahi ikaz ve tokatlara maruz kalarak ona engel olunsa ve başına farklı musibetler gelseydi, insanlar istediği halde günah işleyemeseydi; her hayrı işlemeye kalkıştığında da ilahi nimetlere mazhar olsaydı, o zaman özgür iradeden bahsetmek mümkün olmazdı. Hür iradenin olmadığı yerde de imtihandan bahsetmek mümkün değildir.
Şu iyi bilinmelidir ki; Cenab-ı Hakkın bu müsaadesi insanların birbirine yaptığı hakaret, eziyet ve zulümlere asla razı değildir. Bilakis göndermiş olduğu kitap ve peygamberlerle bu fiilleri yasaklayarak razı olmadığını bildirmiştir. Yapılan tüm bu fiillere Allah gazap etmekte hatta bazen de bu fiilleri yapanları helak etmektedir.
MUSİBETLER Ve İMTİHAN SIRRI
Cenab-ı Hak, insanların iradelerini nasıl kullanacağını ortaya çıkarmak için bu dünyayı bir imtihan yeri olarak yaratmıştır. Nitekim bir ayette mealen şöyle buyrulmuştur: “O, hanginizin daha güzel amel yapacağını sınamak için ölümü ve hayatı yaratandır.”[3]
Dünyadaki imtihanın önemli hikmetlerinden biri insanın maddi ve manevi kabiliyetlerinin ortaya çıkması ve gelişmesidir. Bu dünyanın gidişatına ve yapısına bakıldığında bu kabiliyet ve istidatların inkişafı için yaratıldığı anlaşılmaktadır. Karşılaşılan sıkıntılar, musibetler ve hastalıklar bu kabiliyetlerin ortaya çıkması içindir. Yoksa azap ve eziyet için değildir.
Bir tohumun ağaç olup meyve verecek kabiliyeti ve istidadı vardır. Fakat bu kabiliyet ve istidatların ortaya çıkabilmesi tohumun toprağa atılıp pek çok kimyasal tepkimelere ve vereceği mücadeleye bağlıdır. Eğer tohum toprak altında bu tip sıkıntıları görmemesi için toprağa atılmayacak olsa, ondaki bu kabiliyetlerin hiçbirisi ortaya çıkmayacaktır. O sıkıntılar tohumun ağaç olarak daha güzel bir hayata kavuşmasına sebeptir. Onun için toprak altında çektiği sıkıntılar bir nevi rahmettir. Onu toprağa eken şahsın gayesi de tohuma eziyet vermek değil, ondaki güzel neticeleri ortaya çıkarmak içindir.
Mesela bir okul eğitim ve öğretim için hazırlanmıştır. Bunun için insanlar birçok sıkıntıya maruz kalır. Sabah erken kalkar, ağır çantalar taşır, uzun süre okulda bekler, derslere katılır, kafasına göre hareket edemez, dersleri için gece uykusuz kalır ve çalışır. Kısacası eğitim ve öğretim için bütün bu sıkıntılara katlanmak ve oradaki düzene tabi olmak zorundadır. Dışarıdan bakan bir insan, öğrencilerin elde edeceği kazanımları bilmediğinden çekilen bu sıkıntıları zulüm gibi görebilir. Bundan dolayı haksız yere itiraz ve şikâyet edebilir.
Hem mesela bir çocuğun doktor olabilmesi için yaklaşık 20 yıl okuması, bu uzun süre zarfında binlerce yazılı, sözlü ve uygulamalı sınavı başarıyla geçmesi gerekir ki kabiliyetleri inkişaf edip doktor olabilsin. Bu kişiye ilkokul, ortaokul, lise ve üniversite süreçlerinden geçmeden kendisine doktorluk diplomasının verilmesi yanlıştır. Sınavların yapılması veya bir meslek dalında zorunlu eğitimlerin şart koşulması şahısların sıkıntı çekmesi için değildir. Yaratılışlarındaki kabiliyetlerin ortaya çıkıp gelişmesi için bir gerekliliktir.
Hem mesela herhangi bir spor dalında kabiliyetlerin gelişimi için uzun antrenmanlar yapılır. Bazen bu antrenmanlar günlük 8-10 saati bulabilir. Bu antrenmanlar esnasında birçok zahmet ve sıkıntı çekilir. Bu sıkıntılar eziyet için değil; kabiliyetlerinin gelişmesi ve ilerlemesi içindir. İşte bunun gibi imtihan için yaratılan insanın dünyada çektiği sıkıntılardan dolayı şikâyet etmesi doğru değildir.
İnsan, yaratılmışlar içerisinde en donanımlı varlıktır. Yaratılmışların en şereflisi olabilecek, Allah’ın bütün isim ve sıfatlarını üstünde gösterebilecek, ebedi cenneti kazanabilecek, Cenab-ı Hakk’ın cemalini görebilecek bir kabiliyet ve istidada sahiptir. Ondaki bu istidatların ortaya çıkması tohum, öğrenci ve sporcu örneklerinde olduğu gibi ortaya koyacağı mücadeleyle mümkündür. Bu mücadeleler hastalık, musibet, sıkıntı ve yükümlülüklerle (emirler ve yasaklarla) olmaktadır. Allah’ın bu hastalık, musibet ve yükümlülükleri vermesi de insana zulüm ve eziyet için değildir. Bilakis insandaki tüm güzel kabiliyetlerin ortaya çıkması içindir.
BÜYÜK SUÇLAR BÜYÜK MAHKEMELERDE GÖRÜLÜR
Cenab-ı Hak işlenen zulümlere, kötülüklere rızası olmadığı halde bu zulümlere doğrudan müdahale etmemesinin veya engellememesinin hikmeti nedir ?
Öncelikle şunu iyi bilmeliyiz ki; bu dünya gerçek manada suçlara ceza verilecek bir yer değildir. İşlenen hataların, suçların ve zulümlerin karşılığı ahiretteki büyük mahkemede verilecektir. Bununla birlikte dünyada da bazen suçların bir kısım cezaları verilmektedir. Tarihte helak edilen kavimler ve zalimlerin bir kısmına daha bu dünyada iken cezalarını çektiren ilahi adalet ve birçok masumu kurtaran bir merhamet yapılan bu zulümlere ceza vermeyi asla ihmal etmez. Hikmeti gereği mühlet verir.
Bunu şu misalin yardımıyla daha iyi anlayabiliriz: Bir sınıfta bir öğrenci arkadaşına tokat atsa, cezasını öğretmen verir. Kavga büyüse bu suçun cezasını okul idaresindeki disiplin kurulu verir. Kavga ölümle sonuçlansa, bu suça ceza verecek merci artık öğretmen veya idare değil; Ağır Ceza Mahkemesidir. Bu misalden yola çıkarak anlıyoruz ki; suç büyüdükçe suça ceza verecek mahkeme de büyür. Büyük suçlar büyük mahkemelere, küçük suçlar küçük mahkemelere havale edilir.
Büyük suçlara küçük mahkemeler gerekli cezayı veremeyeceği için, adaleti temin edemez. Mesela bu dünyada on kişiyi öldüren bir katilin hakkıyla cezalandırılması mümkün değildir. Dünyevi mahkemelerde bunun bir karşılığı bulunmamaktadır. Çünkü o katilin hapis yatması veya kısas yapılarak öldürülmesi belki bir cana karşılık gelir. Diğer dokuz kişinin hakkının alınabilmesi bu dünyada mümkün olmadığı için, işlenen bu ve buna benzer cinayetlerin cezası ancak ahirette verilebilir. Bu ve benzeri sebeplerden dolayı Allah bazı suçların cezasını ahiretteki büyük mahkemeye bırakır.
MASUMLARIN MUSİBETLERDEN ETKİLENMESİNİN BAZI HİKMETLERİ
1) Din bir imtihandır. Yani din ile insanlara Allah’ın varlığı ve birliği gibi hakikatler anlatılır. İyilik ve kötülük, doğru ve yanlış, hayır ve şer gibi durumlar bildirilir. Sonrasında iman edip emirler ve yasaklara uyması teklif edilir. Fakat insana bu konuda herhangi bir baskı ve zorlama yapılmaz. İnsan, kendi özgür iradesiyle kabul veya reddeder. Eğer herhangi bir zorlama olsaydı insan kendi hür iradesiyle değil; mecbur kaldığı için kabul edip iman etmiş olacaktı. Bundan dolayı da İmtihan sırrı bozulurdu. Musibetlerde sadece kötü insanlar zarar görse, masum ve günahsız insanlar zarar görmeseydi imtihan sırrı bozulurdu. Yani insan hür iradesi ile tercih yapmamış olurdu.
2) Müslümanların önemli sıfatlarından birisi de iyiliği emredip kötülükten sakındırmaktır. Bazen kendisi ibadetlerini yapmakla beraber insanları kötülüklerden sakındırmadıkları için günahlara bir cihette ortak olurlar. Bunun neticesinde de günahlar yayılır. Gelen bela ve musibetler de umumi olur. Buna dair bir ayet-i kerimede mealen şöyle buyrulmaktadır: “Hem öyle bir fitneden sakının ki, (geldiği zaman) içinizden sâdece zulmedenlere dokunmaz (umûmî olur)![4] Bir hadiste de: “Hz Peygambere Ya Rasulallah içimizde bu kadar salih kimseler varken biz helak olur muyuz? Diye soruldu. Peygamberimiz de “evet, fısk, (yani fücur, fuhuş ve masiyet) çoğaldığı zaman (helak olursunuz)” buyurdu.[5] Başka bir hadiste Hz. Peygamber (a.s.m): "İnsanlar, zâlimi görüp engel olmazlarsa, Allah'ın, hepsine ulaşacak umumî bir belâ göndermesi yakındır" buyurmuştur. Yine Resûlullah (a.s.m): "İçlerinde kötülükler işlenen bir cemiyet, bu kötülükleri bertaraf edecek güçte olduğu halde, seyirci kalır, müdâhale etmezse, Allah'ın hepsini saran umumî bir belâ göndermesi yakındır"[6] buyurmuştur.
3) Musibetlerden günahsız insanların zarar görmesi onlar için bir kayıp değildir. Bilakis malları sadaka, canları şehadet mertebesine çıktığından bu durum onlar için bir hayır ve güzelliktir. Yani bu onlar için hem bir temizlenme, hem de bir nevi manevi makamları kazanmadır. Dünyada malını veya canını verip ahiretini kurtaran zarar etmiş olmaz. Bu onun için büyük bir lütuftur. Zira bu dünya geçicidir ve dünya malı fanidir. Fani olan bu mal musibetle elinden çıksa sabretmek şartıyla ümit edilir ki; o mal ahirette kendisine baki bir surette verilir. Eğer kaybettiği canıysa belki şehitlik mertebesi bile kazandırır.
4) İnsanlar musibet sebebiyle acizliğini ve hayatın fani olduğunu anlayarak daha çok duaya ve ibadete yönelirler. Bu da onlar için zarar değil büyük bir hayırdır.
Dünya rahat bir yaşam, sıkıntısız bir hayat için hazırlanmamıştır. Bizi bu dünyaya gönderen Allah da böyle bir vaatte bulunmamıştır. Sıkıntısız kedersiz, güzel mutlu bir hayat ancak cennette bulunur. Dünyadayken cennet gibi bir hayatı istemek dünyanın yaratılış amacının anlaşılmadığını gösterir. Gelen musibetler ve sıkıntılarda imtihan vesilesi olup, insanın istidat ve yeteneklerinin ortaya çıkarak olgunlaşmasına ve cennet gibi güzellikleri kazanmaya sebeptir.
Comments